Bu hafta görkemli başlangıç ve finalini duyduğunuzda mırıldanacağınız kadar tanıdık Carmina Burana kantatı ile birlikteyiz. Eserin sözleri şiirlerden oluşuyor ve kökeni çok eskilere, 12-13. Yüzyıllara dayanıyor. Ancak bestelenmesi 1936 yılında, Alman besteci Carl Orff tarafından yapılıyor. Carmina Burana eseri İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) tarafından, 27 Nisan tarihinde prömiyer yaptı. Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM), bambaşka bir fikirle İstanbul seyircisiyle buluşan bu işe ‘‘dev bir prodüksiyon’’ demek yanlış olmaz.
Carmina’nın ikinci temsil ise 29 Nisan Dünya Dans Günü’nde gerçekleşti. Dans tüm dilleri aşan, evrensel bir sanat ve eğer ‘‘Müziği duymazsanız dans eden insanları deli sanabilirsiniz.’’ Bunu ben demedim, Nietzsche demiş. Eserden hemen önce Dünya Dans Günü için yazılmış olan uluslararası bildiri ve Tan Sağtürk’ün mesajı okundu. Hatırlarsınız, Eylül 2023 tarihinde, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne, kurumun tarihinde ikinci kez, bale kökenli bir sanatçı olan Tan Sağtürk atanmıştı.
Carmina Burana, bestecinin Zaferler Üçlemesinin ilk eseri, doğayı ve aşkı anlatıyor. Üçlemenin diğer ikisinin ismini merak edenler için şuraya bir not düşeyim hemen; Catulli Carmina ve Trionfo di Afrodite. Burana el yazıtları, Almanya’nın Münih şehrindeki Bavyera Kütüphanesi’nde bulunuyor. 254 şiirden oluşan, orta çağ Latincesi ile kaleme alınmış bu yazıtlardan, Orff, Carmina Burana kantatı için 24 tanesini seçerek beste yapıyor. Sahne kantatı, çalgı eşliğinde söylenen ve genellikle birden fazla bölüm içeren sözlü beste demek. Carl Orff, besteciliği ve orkestra şefliğinin yanı sıra çocuklara müzik öğretmenin yollarını da araştıran bir eğitmen. Carmina eserinde çocuk korusunun da olması belki de bundandır, kim bilir? Ancak besteci hakkında sevimsiz bir detay ise Nazi Almanya’sında faşizme direnmeyerek taraf olduğuna dair işaretlerin olması.
Bu kadar genel kültür yeter, gelelim görkemli sahnelemeye. İDOB neredeyse tüm kadrosu ve olanaklarıyla sahnedeydi. Tahmini olarak sahne üzerinde, orkestra dahil 250 kişi vardı. Sahne arkası, teknik masayı da işin içine katsak rakam giderek artacak ki bir de bu işin yaratıcı, uygulayıcı ekiplerini de unutmamalıyız.
Önemli başka bir detay; yaklaşık bir saatlik bu şölende sahnede hiçbir dekor elemanının olmamasıydı. Bu bilinçli tercihin sebebi ise AKM’nin sahip olduğu bütün teknik detayların görücüye çıkartılmış olmasıydı. Eserin rejisini Devlet Opera ve Balesi Genel Müdür Yardımcısı Volkan Ersoy ve İDOB Bale Başkoreografı Ayşem Sunal Savaşkurt üstlenmişler ve tabi birçok değerli yardımcı rejisör ve koreograf ile birlikte. Deniz Özaydın, Berk Sarıbay, Özgür Adam İnanç, Alper Marangoz ve Ferhat Güneş gibi genç koreografların işin içine dahil olması, hiyerarşi bariyerini yıkan devrimsel bir tercih olmuş. Değişen dünyanın dili yeni kuşakla birlikte tiyatro gibi dansa da yansımış. Mesela bazı koreografilerde feminizmin izlerini görmek beni gülümsetti. Balerinlerin kırılgan görüntüsünü yıkan, güçlü kadınların sahnedeki dans bölümü heyecan vericiydi. Eserde farklı disiplinlerden sanatçılar sahnede bir aradaydı. Koro, orkestra, klasik balenin yanı sıra Modern Dans Topluluğu (MDT), çocuk korosu ve balesi, opera solistleri de eserin bütünündeydiler.
Bu sahnelemeyi seyrettiğimde uluslararası düzeyde bir işi İstanbul’da görmekten gurur duydum. AKM’nin kırmızı küresiyle başlayan eser gene onunla tamamlandı. Sembolik bu seçimle minik balerinin elindeki kırmızı küre umudun ve gençliğin taşıyıcısı gibiydi. Eserin başlamasıyla birlikte AKM’nin teknik olarak ne kadar iyi donanımlara sahip olduğunu hep birlikte seyre daldık. Sahnedeki işin her anı seyirciyi tuzağa çeken albenilerle doluydu. Bazen koreografiye hizmet etmeyen ama gösterilmek istenen şeyler olmadı değil. Her koreograf endi işinde en az birkaç teknik unsuru kullanmıştı. Sahnede zemin dönüyor, iniyor çıkıyor, yatayda ve dikeyde hareket edebiliyordu. Tavandan sahneye inen demir konstrüksiyonlar ise onca metal yığınının ışıkla birleştirilerek nasıl estetik kullanılabileceğinin gösterilmesi açısından iyi bir tercihti. Işık dedim de ışık seli mi demeliydim acaba? Renklerden, teknolojiye, lazerden, mappinge ışık ve efekt meselesi adeta seyircinin üzerine boşaltıldı. Çok iyi kullanıldığı yerler kadar fazlasının kaosa ve anlam yitimine yol açtığı yerler oldu tabi ama bu bir gövde gösterisiydi, biz de gördük.
Bu kadar kalabalık bir ekibin sahnede bütünü oluşturmaları çok iyi başarılmıştı. Teknik ekip bu işin su gibi akmasını sağlayan, sahnede görünmeyen diğer baş roldü. Hepsini tebrik ediyorum, nefesimi tutarak izlediğim Carmina’da saniye aksamadılar. Geçmişte takip ışığında bile sıkıntılar yaşandığını unutmayan beni ters köşe yaptılar, çok da iyi yaptılar. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu işin ardından AKM’de yapılacak yeni işlerin çıtası yükselmiştir. Çünkü artık seyirciler olarak elinizdeki imkanları biliyoruz.
Bu düzeyde işleri seyirciyle buluşturmak için çok ciddi bütçeler gerekiyor. Bunu özel sektörde yapabilmek pek olası değil. Aynı anda bu kadar kaliteli sanatçı topluluklarına ulaşabilmek pek mümkün değil. Işığınız, teknik donanımınız, çok iyi rejisörleriniz, büyük hayalleriniz ve hatta çok paranız olabilir ama bunların hepsi, eğer içinde sanatçı varsa esere döner. O sebeple yaratıcı ekibi, tüm dansçıları, koro sanatçılarını, opera solistlerini ve orkestra müzisyenlerini, sahne gerisini, teknik ekibi, işin içinde emeği olan herkesi tekrar tebrik ediyorum. Bu hayali kuran ve hayata geçmesini sağlayan Sağtürk’e de ayrıca çok teşekkürler.
Eser finalde, hakkıyla, dakikalarca, ayakta alkışlandı. Ama tahmin edersiniz ki bu alkış sadece sonda değildi. Hoşuna giden her yerde alkışlama özgürlüğünü eline almış gruplarca eser maalesef çok yerde bölündü. Coşkularını dizginleyemeyen ve konser adabını pek önemsemeyen bir halka Carmina gibi bir eseri sahnelersen bunu baştan tahmin edeceksin tabi.
Başından beri ideolojik olarak meselem olan ‘‘AKM’nin bir ‘işletme’ olmasıyla ilgili’’ kısmı sona sakladım. Çünkü bunun sanatçılarla bir ilgisi yok, bir zihniyet meselesi. Hepmizin birdiği, AKM’nin, devletin kadrolu sanatçılarının sahne aldığı prova alanları ve salonları ile, bir devlet binası olmasıdır. Atatürk Kültür Merkezi’nin tarihi boyunca sadece bir bina olmadığını ve sembolik olarak neleri ifade ettiğini belki başka bir yazı konusu yaparım.
Ancak devlet, sanat ve kültürü halka sunarken kar hedefiyle hareket edemez. Yani kuruluş amacı olarak etmemeli. Peki neden AKM bir devlet kurumu mantığında değil de bir ‘gösteri merkezi’ gibi işletiliyor? AKM’nin AVM’ye doğru dönüştürülme çabalarıyla birlikte, bilet fiyatlarının normal gelirli vatandaş için ulaşılabilir olmaktan çok uzaklaştığını söylemeliyim.
Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları (ki bu kurumun işleri belediyeler tarafından finanse edilir) için durum böyle değilken neden AKM’de sergilenen devletin işlerini, neredeyse Zorlu PSM fiyatlarına seyretmeye mecbur bırakılıyoruz? Sanat alımlayıcıları dünyaları kazanan insanlar değiller, üstelik önemli bir bölüm de öğrenci. Ekonomik zorluklar halkın boğazına çökmüşken evinden çıkıp, ailesiyle nefes almak için devletin kurumunda opera, bale seyretmeye gitmek neden lüks bir tüketim olsun? Belki seçkin bir tercihtir ama lüks değildir.
Bu seyir keyfini de zengin/yeni zenginleşmiş zümrenin eline teslim ederseniz ki ettiniz, hala bilet alabilenler olarak ağlaya ağlaya, nerede alkışlayacağından habersiz, telefonuyla canlı yayınlar açan, videolar/fotoğraflar çekmekte beis görmeyen, salona keyfine göre girip çıkan bir güruhla baş başa kalırız. Yani bilet alamayıp dışarıda kalanın da salondan içeri girip seyretmeye çalışanın da mutsuz edildiği bir paradoks. Toplumda bu ikilem için örnek çok, kiracı/ev sahibi; sağlık çalışanı/hasta; öğretmen/öğrenci- eli; üretici/tüketici… gerçekten böylesi ikilileri aynı anda mutsuz edebilecek kabiliyet başka hiçbir iktidara kısmet olamaz.
Carmina Burana mayıs ayında yok. Ama haziran ayında gerçekleşecek 15 Uluslararası İstanbul Opera ve Bale Festival’inde iki kez daha seyirciyle buluşacak. Sanat ve onun uygulayıcısı sanatçılarımız hayatımızdan hiç eksik olmasın. İyi pazarlar.
Not: Eseri merak edenler için bir link paylaşıyorum.